31 Aralık 2013 Salı

Dizi önerileri: Bir Efsane -HOW I MET YOUR MOTHER

Dizi önerileri yapmaya başlamışken devam edeyim dedim. Baktım,şimdiye kadar bi doctor who yu bi de the mentalist önermişim.İyi yapmışım da asıl efsaneyi unutmuşum:How I Met Your Mother!
Kendisi defalarca izlense bile tekrar tekrar izlenme potansiyeline sahip nadir dizilerdendir.Bendeki How I Met Your Mother sevgisini nasıl anlatsam bilemiycem,gerçi profilimdeki Robin Scherbatsky nin kayıp kız kardeşinden bişiler çakmışsınızdır ama, yok böyle bir dizi!
İddia ediyorum,başlayan herkes bi anda gaza gelip 1 haftada 2-3 sezon bitiriyor. Bu kadar popüler bir diziyi bilmeyen yoktur herhalde,o yüzden henüz başlamayanlar için "Neden How I Met Yoru Mother a Başlamalısınız?" konulu bir yazı geliyorrrrrr.

1) Karakterlerin Muhteşemliği
New Yorklu sıradan bir arkadaş grubu bekliyorsanız,yanılıyorsunuz dostlar zira bu arkadaşlar tam birer çılgın!
Dizinin esas kahramanı Ted Mosby ile başlayalım:

Dizi aslında Ted'in çocuklarına anneleriyle nasıl tanıştığını anlatmasıyla başlıyor.Yani koskoca 9 sezon bunun üzerine kurulu! Kendisi bir mimar,üniversiteden arkadaşı Marshall ile aynı evde yaşıyor ve Marshall'ın sevgilisi Lily'e evlenme teklif etmesiyle,artık hayatında bir şeyleri düzene sokması gerektiğine karar veriyor.Buna da evleneceği kadını bulmakla başlıyor ne yazık ki!
9 sezon boyunca metalcisinden manyağına,aşçısından,bağlanma sorununa her türlü absürd insanla bir ilişkisi oluyor ve hepsinde "ruh eşini" bulmayı umuyor!Ama 9 sezon boyunca aklını en çok meşgul eden kişi Robin oluyor. Her ne olursa olsun ümidini kaybetmemesi ve anneyi garip tesadüflerle bulmasıyla,aslında hepimize hayatın içindeki küçük mucizeleri ve asla yılmamak gerektiğini hatırlatıyor.

Robin Scherbatsky: Dizinin ilk bölümünün Ted'in anlattığı ilk hikaye, Robinle nasıl tanıştığı.Anlatıp hikayenin tadını kaçırmayacağım ama,şunu söylemem gerek ki kendisi Kanadalı bir tv muhabiri. Ve ilk bölümde aynen yukardaki gibi görünüyor.Sonrasında her karakter gibi o da saçının şeklini değiştirecek,yüz ifadesi değişecek ama şu an çokaşırıfeci masum!
İlk izlediğimde her bölüm sıkı bir Robinciyken,şu anda işsizliğimin verdiği sıkıntıyla diziye yeniden başladım ve Robin e az birazcık kıl olmadım desem yalan olur.Belki de tüm hikayeyi bildiğimden.Her ne olursa olsun kendisi bağlanma sorunu olan,her şeyi kendi kendine halleden, kariyer öncelikle kadınların ikonasıdır,öyle kalacaktır.

Barney Stinson: İşteeee bir fenomen geliyorrr!Aslında kendisini yazının başına koyacaktım da,ondan sonra geleceklere haksızlık olmasın diye yapmadım.Ama  sona koymayı da bekleyemediğimden araya sıkıştırıverdim.
Barney Stinson,yani "Legen-wait for it-dary",
"Çak bi beşlik", "Have you met Ted?" gibi repliklerin yaratıcısı, takım elbisesiz göremeyeceğiniz tek sarışın!
İlk sezonlarda klasik playboy sarışın gibi görünse de bana güvenin,sezonlar ilerledikçe bir Barney Fanı olacaksınız. Kadınları tavlama üzerine yazılı kitabı, Ted'e sürekli "SUIT UP" demesi ve 9. sezonun sonunda bile hala ne iş yaptığını tam olarak bilemememizle bir efsaneydi,öyle kalacak.

Marshall Eriksen: İlk bölümlerde salak salak hayatının aşkını arayan iyimser Tedle, Playboy Barney arasında biraz sönük kalıyor gibi cancağzım.Zira grubun tek  uzun ilişkisi olan kişisi o. Hatta Lily le o kadar bütünleşmişler ki,google da fotoğrafını aratırken "How I Met Your Mother Marshall" yazdım drekt lily de cümleye eklendi! Lily le ikisi bir nevi ayrılmaz çift gibi bir şey. Her neyse,bu koca adam,cüssesine rağmen içinde bir çocuk taşıyor ve süper güzel bir naifliği var.hukuk fakültesinden mezun olmak üzere ayrıca çevre avukatı olmak istiyor. Bi de nişanlısından 15 cm falan daha uzun.Bunun dışında ilk 2-3 sezonda belki hepimiz Ted ya da Barney gibi bir erkeğin hayalini kursak da sonrasında çoğumuz aslında Marshall gibi birini özlediğimizi fark ediyoruz.

Lily Aldrin: Grubun ufak tefek akıl küpü, Marshall ın nişanlısı. Ne zaman çözülmesi gereken bir sorun olsa herkes soluğu Lily'nin yanında alıyor;çünkü kendisi tam bir kriz çözücü.Bunun dışında anaokulu öğretmeni ama resim yapmayı çoook seviyor,Marshall la birbirlerine tencere kapak gibi yakışıyorlar.İlk sezon saçları feci şekilde berbat o yüzden lütfen o Lily i sezon atlar atlamaz unutun,dizi ilerledikçe kendisine bir güzellik geliyor.Bunun dışında Robin'in en yakın arkadaşı, Barney'i sürekli dizginleyen,Ted'e de doğru düzgün akıl veren yegane kişi.

2)Her Bölüm Anlatılacak İyi Bir Hikayenin Olması

Dizi Ted'in karısıyla tanışma hikayesi üzerine kurulu olsa da, her bölüm bizi bekleyen güzel bir hikaye oluyor.Belki de izleyenleri kendine bu kadar bağlayan şey, hikayenin gayet başarılı bir şekilde anlatılması. Genel olarak 2-3 bölümde bir yeni karakterler görüyoruz,uzun kalmasalar bile en azından olay sadece 5 kişi etrafında dönmüyor ki bu da sıkılmayı geciktiriyor.

3) Karakterlerin Geçirdiği Değişimler

Her uzun soluklu dizide olduğu gibi,HIMYM de de karakterler belli değişikliklere uğruyor.Fiziksel görünüşleri çok fazla değişmese de,hayatın içinde bazı özellikleri, tutumları,davranışları değişiyor.Dizinin başında "hadi canım,bu bunu kesin yapmaz" dediğiniz kişi bile, dediğiniz şeyi cidden yapabiliyor. Bu da bize dizinin gerçek hayat gibi süprizlerle dolu olduğunu ve insanların sabit kalan varlıklar olmadığını hatırlatıyor.


4) McLarens Bar


Muhteşem 5 limiz sürekli Ted ve Marshall ın evinin altındaki barda toplanıp içiyor. 9. sezona gelmemiz rağmen,çok şükür sirozdan giden filan yok. Her neyse, diziyi izleyince insanda "ben de arkadaş grubumla sabit bir toplanma yeri bulmalıyım" fikri oluşuyor.Zira,bazı bölümler farklı mekanlarda geçse de en güzel hikayelerin McLarens ta olacağını hep biliyoruz.

5) Arkadaşlıkları

Her "grupsal arkadaşlık" içeren dizide olduğu gibi bunda da yanlış anlamalar,arkadaşımın aşkısın durumları oluyor.Hatta bazen insan, "lan lan lan,o senin arkadaşın,kız arkadaşına nasıl sarkarsın" filan demek istiyor.Ama böyle dediğime bakıp da Kavak Yelleri tarzı bir şey beklemeyin,zira her ne kadar bazı yönleriyle arkadaşlık algımıza ters şeyler yapsalar da bu 5 li her daim bir arada ve arkadaş. Sabah küssler bile günün sonunda Mclarens Pub da biraları tokuşturuyorlar.Ki sonunda herkes mutlu oluyor,o yüzden Ted'in yalnızlığına çok tasalanmayın.


6) Mutlu Son

Henüz başlayacaklar için 9. sezonun sonu nasıl referans gösterilir bilmiyorum,ama onca hengameye,üzüntülere, hayal kırıklıklarına rağmen olay mutlu sonla noktalanıyor. Özellikle Ted için bunu söylüyorum,zira ikinci defa izlemeye başladığımdan beri her bölüm Ted'e üzülüyorum, yemin ederim depresyona giricem. Bir de her olaydaki küçük mucizelerin, tesadüflerin, kaderin cilvesi denen şeylerin sonunda bir yere bağlandığını görüp "acaba benim sarı şemsiyeli ruh eşim şu an nerde" diye düşünmeye başlıyorsunuz. Eh onlar ermiş muradına,biz çıkalım kerevetine!


29 Aralık 2013 Pazar

Yabancı Dizi Önerisi Vol1. The MENTALİST






Şu aralar pek de özel hayatımı yazacak halim olmadığından,bari ben de en iyi yaptığım şeylerden biri hakkında yazayım dedim:Dizi izlemek. Hazırlık öğrencisi olmanın avantajından sanırım,o kadar çok boş vaktim var ki,bir günü 456543577 saat yaşıyor gibiyim! Bu durumda ben de kendimi diziye,kitaba,spora,gezmeye ve yemeye vurdum.Hele birincisi ve sonuncusu çok fena! Şimdi dizi önerime gelecek olursak,bugün sizlere çoğunuzun muhakkak bir yerde duyduğu ya da gördüğü bir diziden bahsedeceğim:The Mentalist. Valla ben eski bir Lie To Me hayranı olarak, bu diziyi ilk keşfettiğimde bir nefeste ilk sezonu bitirmiştim.Sonra alıştıra alıştıra gittim ki,hemencicik bitmesin gül gibi dizi. Olaylar Californiya daki cinayetleri çözmeye çalışan CBI ekibinin üzerine kurulu.Lie To Me izleyenlerin yadırgamayacağı,çok bilmiş bir "zihinbaz" da başrolde:Patrick Jane İlk başta Jane jane denince,"koskoca adama niye kız ismi vermişler lan, ayıp" diye düşünmüştüm;sonra anladım ki meğer herkes birbirine soyadıyla hitap ediyormuş. Bu durum adının Lisbon olduğunu sandığım kuralcı,ciddi ve otoriter cep herkülümüzün isminin Teresa olduğunu anlamama ve büyük bir hayalkırıklığı yaşamama da sebep oldu.Kader kısmet! Neyse,Patrickciğimiz eskiden medyumum diye milletin paralarını cukkalıyormuş,sonra bi gün tv programına çıkıp  ününe ün katmak için "Red John" diye bilinen katile, diğr saf vatandaşlara uyguladığı numarayı uyguluyor. "Seni anlıyorum,anneni affet,hayatın değişebilir falan feşmekan" diyor. Sonra eve bi gidiyor:Süpriz! Red John karısını ve kızını öldürmüş.Duvara da işaretini bırakmış.Tabi bu işareti kanla çizdiğini anlamışsınızdır.Ondan sonra bizimki bi süre kafayı yiyor(bunu sonraki bölümlerde görüyoruz) ve nihayetinde kendine gelip karısının ve kızının katilini aramaya çıkıyor.Bu sırada da CBI da davaların çözümünde danışman olarak işe başlıyor.Ekip arkadaşlarına gelirsek siyah küt saçlı, ufak tefek olsa da her daim otoritesini hissettiren Teresa Lisbon ekibin başı.İlk bölümlerde kuralcı,ciddi bir insanken sonraki bölümlerde biraz daha yumuşadığını görüyoruz,özellikle Jane e karşı(ah minel aşk!)

Ekibin diğer güzel kızı ise,henüz çaylak olan Grace Van Pelt.Kızıl saçları ve etkileyici bakışlarıyla takım arkadaşlarından Wayne Rigsby i hemen kafalıyor. 
Wayne Rigbsy biraz bizdeki Genco'yu andırsa da tam olarak nasıl olduğunu çözemediğim bi kişilik.Böyle kaslı,şekilli bi vücudu var ve hafif naif bir tavrı;öyle ki ilk zamanlar Grace'den hoşlandığını bütün CBI biliyordu bu yavrum da aptal aşık modunda geziyordu.Fakat sonrasında çok da aptal aşık olmadığını öğrendik ki,bu da süpriz olsun izledikçe görürsünüz.
Geldik Jane den sonraki favori adamıma:Ajan Cho!
 Sorgu odalarının değişmez elemanı, ifadesizliğini yediğim CBI ajanı.Bi insan nasıl hem bu kadar ciddi hem de bu kadar komik olabilir,aklım almıyor.Asyalılara özgü o disiplini,ciddiyeti ve yumuk gözleriyle ne zaman bir şey söylese dikkat kesiliyorum.O kadar "safi mantık"tan oluşma ki acaba ciddi mi yoksa şaka mı söylüyor çözemiyorum.Bi sorgu odası macerası var mesela,sorguladığı adam bir telefonumla senin kariyerini bitiririm,diyor;bizimki hiç istifini bozmadan,bense en fazla pizza sipariş edebiliyorum diyor.
Dizide kendisini çok nadir gülerken görüyoruz,ama gülünce çok şirin şebelek bişi olduğu aşikar.Neyse, diziye dönersek her bir karakter aslında insanı ayrı ayrı etkiliyor.Bu arada söylemeden geçemeyeceğim,Lisbon'ın ilk sezonlardaki saçının kıymetini bilin zira sonra uzatıp kahkül kesitiriyor,geri kalan kısmını da bi bölümde dalgalı yaptırmıştı ki az kaldı ekrana kusuyordum.Ya sen,3 milyar 750 milyon,sen nasıl değiştirirsin o güzelim saçlarını????? Kısa saçlı,perçemli Lisbon'u geri istiyoruz,yetkililere duyurulur.
Bunun dışında Jane'e ilk başta sempati duymasanız bile bölümler ilerledikçe kanınız ısınıyor.Öyle şeytan bir sarışın ki adam zorla kendini sevdiriyor arkadaş! Hele çocuklara olan düşkünlüğü, ona kadınların gözünde artı 1354220034938 puan katıyor.Bi de hiçbir şeyi umarsamadan gezmesi, CBI merkezindeki kanepesine sırt üstü uzanması yok mu,bir insan nasıl umursamazlıkla bu kadar seksi olabilir? sorusunu akıllara getiriyor.
Benden şimdilik bu kadar gençler.Dizi-film-kitap tavsiyelerim sürecek,bence çok geç olmadan The Mentalist'e başlayın ;)

16 Ağustos 2013 Cuma

Oxfordda Uyku Bilimleri Yatağı

Böyle yatağım olsa Oxford'da "Uyku ve Rüya Bilimleri" dalında master yapar, garfieldla çalışmaya başlardım.
Kısmet...

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Bir Klasik: The Mummy

Bir sohbet sırasında konu "en sevdiğin filmler" kısmına gelince ister istemez hep yalnız kaldım.Tamam, herkesin neşesinde hemfikir olduğu Amelie yi severim, Leondan ben de etkilendim,hatta çoğu kişinin izlemeyerek hayatının hatasını yaptığını düşündüğüm Jeux D'enfants ın hastasıyım.Ama ne bileyim,böyle soruların cevabı genelde yukarıda bahsettiğim filmlerden çok, gereksiz derecede uzun ve abartılı bir dille mesaj veren filmlerdir.Ya da fazlasıyla popüler olan filmler.
Benim mi sanat anlayışım kıt,onlarınki mi fazla ileri bilmiyorum ama ne zaman birine en sevdiği filmi sorsam ya "Esaretin Bedeli" diyor ya da "The Green Mile".
İki filmi de izlemiş biri olarak mesajlarını takdir etmekle birlikte insnalar bunları sıkılmadan nasıl izliyor,en sevdiği film kategorisine nasıl koyuyor hayret ediyorum.Zira benim en sevdiğim filmden anladığım şey, aynı filmi sıkılmadan tekrar tekrar izleyebilmektir.E ben "Esaretin Bedeli"ni bir defa zor izledim,ne ikincisi?
Neyse,bu konuyu pas geçerek kendi favori filmime geçiyorum.
Her ne kadar Indiana Jones filmlerini sevmesem de sanırım içimde bi yerlerde iflah olmaz bi maceraperest yatıyor.Çünkü sıkılmadan 1293408 defa izlediğim tek film The Mummy yani Mumya.
Kütüphaneci kızı mı kendime benzettim Rick in kaslı kollarına ve o serseri tavrına mı vuruldum bilmiyorum.
Belki de küçük sayılacak bi yaşta izlediğim için aklımda bu kadar yer edindi.
Zira The Mummy i izledikten sonra bir süre arkeolog olmaya karar verdim.Bizimkilere Tudem in renkli ansiklopedi kıvamında olan Mısırın Gizemi kitaplarını aldırdım.
Hatta, işi daha da ileri boyuta taşıyıp kitaptan hiyeroglif yazısı filan çalışıyordum.
Hey gidi günler hey!
O zaman, "hiyeroglif ne işime yarayacak, bari çince öğreneyim iş bulurken işime yarar" diye düşünmüyorsun.
Her şey faydadan çok mutluluk odaklı.
Neyse, filme gelirsek afişte gördüğünüz cici kızımız  Mısırda çalışan bir kütüphaneci.Bir gün palavracı kardeşi Jonathan,ona arakladığı gizemli lahit anahtarını getiriyor.
Ve anahtarın sahibini bulmaya çalışan ikili kısa sürede bebişim Rick' ulaşıyorlar.Rick demişken kendisi yanlış hatırlamıyorsam ingiliz ordusunda binbaşı gibi bişi.
Zaten filmin başında  araplarla aralarındaki savaşı gösteriyor.
Anahtarı da savaşın olduğu yerde,yani gizli şehir Hamunaptra da buluyor,yani buluyormuş çünkü nasıl bulduğunu göstermediler.İki kardeş Rick'i b,r hapishanede buluyorlar.Tam da asılacakken!
Bizim hanım hanımcık Evelyn, ordaki müdüre Rick'in Hamunaptra'nın yerini bildiğini söylüyor ve Rick'i asılmaktan son anda kurtarıyor.
Böylece Evelyn Hamunaptrada Amon Raa nın altın kitabını aramak,Rick ve Jonathan ona yardım etmek,hapishane müdürü ise hazine avına çıkmak üzere bir gemiye biniyorlar.
Tabi ki Hamunaptrayı arayan sadece onlar değil.
Mısır çöllerinde başlayan bu gizemli yolculuk, meraklı kütüphanecimiz Evelyn'ın yanlışlıkla okuduğu bir kitap yüzünden hayata dönene mumyayla daha da şenleniyor.
Üstelik mumyamız da normal bi mumya değil, firavunun metresiyle aşk yaşamış,sonra da onla bir olup firavunu öldürmüş. Bu kaçarken kız arkada kalıp intihar ediyor, buna da "sen kaç,beni sonra diriltirsin"diyor.
Oh ne iyi valla!

Kız buna güveniyor,ama salak İmhotep ayini tamamlayamadan firavunun askerlerine yakalanıyor.
Gerizekalı!
Zaten kızı öperken koluna dokunmasa firavun da bişi çakmayacaktı.
Bu salağı bok böcüklerine yem edip mumyalıyorlar.
Ölürken her ne kadar acı çekse de dünyaya dönünce milletin anasını ağlatıyor.
Neyse,zaten olay o bu değil de benim Evelyn ve Rick ikilisinde gördüğüm o aşk.
Allahım bi ikili nasıl bu kadar birbirine yakışır?
Bi erkek Rick gibi nasıl hem karizmatik,hem atletik hem de cesur olabilir?
Valla şuur bulanıklığından gidicem!

Bi bakın şunlara!
Sizce de haklı değil miyim?
Neyse, bu ikili dışında mısır hakkındaki enfes manzaralar ve yarattığı macera hissinden dolayı The Mummy her zaman favori filmimdir,öyle de kalacaktır.
Not: geçen gece rüyamda Evelyn nın yerinde olduğunu görmem de bu yazıyı yazmamda bayağı etkili oldu.Yalnız bu sefer,yanlışlıkla bir değil iki mumya diriltmiştim.
Zavallı Rick ciğim onları öldürcem diye heba oldu.

Neyse sevgili okuyucular,bi film yazımızın daha sonuna geldik.
Hepinize bol "mummy" li günler :)